Eski mitoslara, destanlara, efsanelere baktığımız zaman dünyanın neresinde yaşanmış olursa olsun her zaman orada anlatılan bir takım fikirler, olaylar, süreçler aslında bugün yasayan her bir insanın iç dünyasında tekrar tekrar yaşanmaya devam ediyor. Bir çocuğun masal nedir sorusuna verdiği cevap gibi; “Masalın dışı hikaye, içi gerçektir”. Bu eski masallar ve mitoslarda yaşanılan şeyler aslında iç dünyamızda tekrar tekrar yaşanmaya devam ediyor. Don Kişot’un yazarı Cervantes’in yaşadığı dönemde, şövalyelik geleneği gittikçe değer kaybetmeye başlıyor ve o eski şövalyelik yasaları ile onur yasalarından bahsedilmiyor. İnsanlar gittikçe yaşama gittikçe daha maddeci, daha materyalist, sonuç odaklı yaklaşmaya başlıyorlar. Bunu eleştirmek için de Cervantes, Don Kişot’u kaleme alıyor. Bunu ironik bir dille, bir kara mizahla yapıyor. Öyle ki orada gördüğümüz şövalye sanki gerçek bir şövalye değil de kendini şövalye zanneden biri gibidir. Orada anlattığı hikâye aslında bunu ifade ediyor. Şövalyelik artık çağ dışı bulunuyor, bir şövalye gibi yaşamaya çalışan insanlara artık bugün deli gibi bakıyoruz, çünkü bu fikir çağ dışı olmuş bir fikirdir. Kahramanlık da bugün öyle çağ dışı bir fikirdir. İç dünyamız açısından bakalım: Neden kahramanlara ihtiyaç duyuluyor ya da neden kahramanların ortaya çıkması gerekiyor? Biz neden iç dünyamızda böyle bir sürecin bir parçası oluyoruz?
İç dünyamız başlangıçta çorak, hiçbir şeyin yetişmediği bir ülke gibidir. Eski mitoslarda olduğu gibi, kahramanın ülkesi de çorak bir ülke gibidir ve bu ülkede bir de yaşlı bir kral vardır. Bu yaşlı kral toplumun ihtiyaçlarına yanıt veremiyor ve toplumun bir şekilde içinde bulunduğu o kısır döngüyü temsil ediyor. Ülke neden çoraktır? Yaşlı bir kral tarafından yönetildiği için. Yaşlı kral aslında bize ne yapacağımızı söyleyen insanlardır. Yaşlı kral insanın yaşadığı dünyada, uzamda değişmeyen şeylerdir ve o yüzden kahramanın, kendisine sürekli ne yapılacağının söylendiği bir ülkede yaşamaktansa, bir yolculuğa çıkması gerekir. İç bir yolculuğa çıkması gerekir ki, kendi kimliğini, kendi doğrularını keşfetsin. Bu yolculuk zorunludur. Ne zaman hayatımızda çorak bir ülke deneyimlemişsek, öyle bir zamanda mutlaka yolculuk tarafından çağrılıyoruz demektir. Böyle hissettiğinde insan, yolculuk tarafından çekilir. Annesi, babası, patronu, politikacıları, toplumun içerisindeki moda fikirler ya da akımlar, sürekli bize ne yapmamız gerektiğini söyleyen bütün unsurlar, değişmeyen şeyler, hep belli bir zihinsel kalıbın içerisinde yaşamamıza neden olan bütün yaşantı şekilleri, o yaşlı kralla temsil edilir. Böyle olunca doğal olarak ülke çorak bir ülke olur, çünkü kişi kendi bireyselliğini elde etmemiştir, kendi özgürlüğünü kazanmamıştır. Bunun için bir yolculuğa çıkmak zorundadır.
Bunu ruhun arketipleri ile anlatabiliriz: Başlangıçta herkes masumdur; bunu çocukluğun masumiyeti olarak düşünebiliriz. Masumiyet çok değerli bir şeydir ama biz bir noktada masumiyetimizi kaybediyoruz. Masumiyetimizi kaybetmenin en temel nedeni acıdır. Bir çocuk, anne ve babasının ona hayatta nasıl başarılı olabileceğini öğretemeyeceğini, öğretmeninin onun için iyi bir örnek olmadığını, politikacının ahlaklı biri olmadığını, dünyanın iyi olmadığını, bencil olduğunu fark ettiği zaman o da masumiyetini kaybediyor. Masumiyetini kaybettiği zaman ise yetim ortaya çıkıyor. Çünkü o noktada kişi kendini bir yetim gibi hissediyor ve yetim sürecindeki kişi suçlamaya başlıyor; anneyi, babayı, sistemi, politikacıyı, öğretmeni ve toplumu… Yetimin temel özelliği suçlamasıdır, şikayet etmesidir ama şikayet etmekten başka bir şey de yapamıyor. Harekete geçmesi gerektiğini fark ediyor ve bir yolculuğa çıkıyor. İşte o zaman bir gezgine dönüşüyor, aramaya çıkıyor. Bu yolculuk sadece fiziksel bir yolculuk değildir. Fiziksel de olabilir ama bu şart da değildir. Bu iç bir yolculuktur. Gezgin, dışındaki şeylere değil, kendisinde olan, değişmeyen ve değişime direnen şeylere saldırmaya başlıyor. Gezgin olmak, değişime, olduğundan daha iyi olmaya gönüllü olmak demektir ve bu durum gerçekten de cesaret ister. Bu noktada gezgin bir savaşçıya dönüşüyor, kendi kişiliği, alt benliği ile savaşa girişiyor. Kişi, alt benliğinin unsurları olan açgözlülüğü, bencilliği, kibri, kusurları ile mücadelenin sonunda ise kendi benliğinin hazinesine ulaşıyor. Ancak savaşçının olumsuz nitelikleri de olabilir: savaşçı saldırgan, yıkıcı, kendi fikirlerinde direten biri de olabilir. O yüzden bir savaşçının gerçek bir savaşçı olabilmesi için yüksek bir amaca sahip olması gerekir. Daha yüksek bir amaca sahip değilse savaşçı, daha iyi bir dünyanın parçası olamaz ve başlangıçta ayrıldığı o çorak ülkenin bir parçası haline gelir. Yüksek bir amaçla bütünleştiğinde ise fedakar ortaya çıkar. Yüksek bir amaç uğruna savaşması için feda etmesi, özveride bulunması gerektiğini fark eder. Sonra fedakar, sadece feda ederek dünyayı değiştiremeyeceğini anlar ve son arketip ortaya çıkar: büyücü. Büyücü, dönüştüren kişidir. Büyücü, değiştirmek ve dönüştürmek için ülkeye, şehre geri döner. Kafasında tasarladığı ülkeyi inşa eder. En sonunda büyücü masuma dönüşür, inancı yeniden keşfeder. Daha yüksek seviyede tekrar saflığı kazanır ve insanlara inanmaya başlar.
Bu yolculuk kahramanı dönüştürmektedir. Kahraman, zorluklarına, seçimlerine, can sıkıntısına sahip çıkmakta ve bu zorlukları hayatın bir armağanı olarak görmektedir. Bugün gerçekten kahramanların özlemini çektiğimiz bir çağdayız ama kahramanları eğer kendi bulunduğumuz seviyenin üzerinde, kendi dışımızda arıyorsak, bu dünyada hiç bir çözüm üretemeyeceğiz demektir. O çorak ülkenin içinde yaşayan ama serüvene cesaret edemeyen insanlara benzeyeceğiz. Hayata hepimiz katkıda bulunursak, kimse o kadar büyük bir kahramanlık yapmak zorunda kalmayacaktır. Kahramanca bir yaşam, erdemli bir yaşamdır ve bunun için de cesaret gereklidir, cesaret ise koşullara bağımlı olmayı reddettiğimizde ortaya çıkacaktır.
- 25 Mayıs 2015 tarihinde Aktiffelsefe Bursa’da Kemal Karadayı tarafından verilen “Kahramanca Yaşam” isimli konferanstan alınan notların bir özetidir.