Hapisteki son günüydü. Durup baksanız yüzüne, sanki birazdan baldıran zehrini içip kaskatı kesilecek vücudun sahibi o değildi. Her zamanki gibi vakurdu. Hiç de hapiste gibi, hiç de son gününü yaşar bir telaş halinde değildi. Hüküm gününden beri epeyce zaman geçmişti. Kaldığı yeri bir dersliğe çevirmişti. Öğrencileri mahkeme meydanında toplanırlar, erkenden yanına giderlerdi. Apollon’a adanan gemi Delos’tan dönmüş ve infaz günü gelip çatmıştı. Öyle bir duruşu vardı ki ölüm karşısında bile filozoftu ve öğrencileri, bu son dersin etkisinden olacak, ona acıyamıyorlardı bile. Gözleri önünde birazdan ölüme gidecek bir kurban gibi değil, gülümseyerek öğrencilerine konuşan ve son derslerini veren bir Hoca gibi onlara bakıyordu. Ömrünün son anında bile mutlu ve cesurdu. Ve yine en büyük sanat dediği şeyi icra ediyor ve felsefeden konuşuyordu.
1-“Acı ve haz, bir başa bağlanmış iki yaratık gibidir. Birini kovalayıp yakaladığınız zaman, öbürünü de yakalamak zorunda kalırsınız.”(ACI VE HAZ YAŞAMI)
Bacağından çözülen zincir ile konuya girerek acıdan ve hazdan söz etti. Acı ve haz temeli yaşamın, iki kutupta sürekli bir sarkaç gibi gidip geldiğinden bahsetti. Az önce zincir vurulmuş bacağının duyduğu acıdan ve şimdi rahatlamış olarak aldığı hazdan. Bu ikisini de duyan aynı bacaktı. İnsan da böyle olmalıydı. Ömrü boyunca haz peşinde bir yaşam acıyı getirecekti veya acının doğru yorumlanmaması ve bilinç için taşıyıcı bir kolon haline gelmemesi, aldatıcı hazların kapısını aralayacaktı. Bir ömür, bu döngünün amansız akışına kendini kaptıran için böyle geçip gidecekti. Oysa daha üstte, daha kalıcı bir şeylerin üzerine inşa edilmesi gereken bir yaşam vardı.
“Ölüm adını verdiğimiz şey, bir yandan tenin ruhtan ayrılarak kendi kendine kalması, öbür yandan ruhun tenden ayrılarak kendi kendine var olmaya devam etmesi değil midir?” diye sordu öğrencilerine. Öyleyse insanda, toprakta parçalarına ayrışıp oraya karışacak olan bir beden ve bunun ötesinde ölümsüz, yok olmayacak bir ruh vardı. Bir filozof, hazzın ve acının sarkacındaki hayatın ötesinde, ruhun uydusunda bir hayat aramalıydı. Mümkün olduğu kadar her eylemi, tenin tatmininde öte, ruha doğru dönmüş olmalıydı. Bir filozof, yaşamı boyunca bedeniyle ruhunun ayrımına vardıysa, onları birbirinden ayırdıysa, öldüğünde zaten ayrılacak olan bunlar için neden korku ve üzüntü duysun diye soruyor ve bir filozof aslında tüm yaşamı boyunca ölüme hazırlanan kişidir diye de ekliyordu.
2-“Saf olmayan biri için, saf olan bir şeyi kavramak imkânsızdır.”(FİLOZOF – SAFLAŞMA – İDEALAR)
“Ruh beden ile bir şeyi incelemeye giriştiği vakit, muhakkak beden ruhu aldatır. Ruh ancak duyuların aldatıcı dünyasından kurtarılırsa gerçeği tüm çıplaklığı ile görebilir. Ten akıl ile beraber oldukça insan hakikati kavrayamaz.” diyordu. Öyleyse insan saflaşması gereken bir varlıktı. Gerçek ile gerçek olmayanı ayırabilmek için önce görmeyi öğrenmiş gözlere ihtiyacı vardı. Bunun adı filozofluk, aracı da erdem idi. Gerçeklik, sahip olunan beden ve onun yanıltıcı duyularının ötesinde, saflaştırılmış bir düşünceye sahip ruh ile kavranabilirdi.
3-“Gerçek erdem kendisine bilgeliğin eşlik ettiği şeydir.”(SAFLAŞMANIN YOLU- BİLGELİK-ERDEMLER)
Cesaret, ölçülülük, adalet ve daha bir sürü erdem, bir filozofa yakışır erdemler olmalıydı. Ya da bir insan bunlar aracılığı ile saflaşıyor olmalıydı. Öyleyse bir filozof hangisini kendisine kılavuz ve yol gösterici olarak almalı idi? “Katlananlar cesaretten değil, korkudan cesur görünürler. Bazı hazlardan sakınıp bazı hazlara kendisini bırakanlar aslında ölçüsüzlükten dolayı ölçülü görünürler. Hazları hazlarla, korkuları korkularla, acıları acılarla değiştirmek erdeme ulaşmak için iyi bir değişim olmayabilir; karşılığında bütün şeylerin değiştirilebileceği tek sağlam para bilgeliktir.” Diye döküldü dudaklarından. Bu sözler görünüşe aldanmanın ne kadar yersiz olduğunu aşikâr ediyordu. Hangi eylem olursa olsun bilgelikten beslenmeli idi. Bilgelik insan için bir tür ayin, diğer erdemler ise sadece birer arınma aracı olabilirlerdi.
4-“Evrende var olan her şey kendi karşıtından meydana gelir ve bu karşıtlar her zaman birbirinden doğarlar.”(DUALİTE YASASI – DÖNGÜ YASASI)
“Ruhların bu dünyayı terk ederek öbür dünyaya gittikleri, oradansa gene dünyaya geldikleri, böylece ölümden dünyaya döndükleri fikri, hatırladığım eski bir geleneğe dayanır” diyerek konuşmaya başladı. Öyle ise yaşayanlar ölülerden doğuyordu. “Yalnız insanlarla yetinmeyin” dedi. Tüm varlık âlemini; bitkileri hayvanları inceleyin. Bütün doğan şeyler kendi karşıtından doğuyorlar. Her büyük olmuş şey önce küçüktü. Evren bu şekilde iki zıt kutup arasında oluş süreci yaşıyor ve tüm varlık iki zıtlık arasında döngüsel bir daire çiziyordu. Bu iki zıt şey birbirine dönüşmüyor ama olan her şey bu iki zıtlıktan meydana geliyordu. Öyleyse doğumun zıttı ölüm, ölümün zıttı doğumdur. Tüm doğumlar ölümden, ölümlerde doğumdan geliyorlardı. Bütün şeyler kendi karşıtlarından meydana geliyorlardı. Hayat ve ölüm, birbirinin karşıtı iseler, o halde birbirinden doğuyorlar; iki oldukları için de, aralarında çifte doğuş vardır. İnsan olarak bizler bir ölüme doğuyoruz, bir de yaşama doğuyoruz. Aslında insanda yaşamdan ölüme, ölümden yaşama doğru bir daire çizmektedir.
Eğer bu şekilde olmasaydı yani dairesel değil de doğrusal bir işleyiş olsaydı hiçbir şey kendi tamlığına doğru ilerleyemeyecekti. Doğan şeyler bir daire çizercesine ölen şeylere hep tekabül etmeseydi, bunun tersi olan yönde gitmeseydi, sonunda bütün nesneler aynı şekilde kalmış, aynı hale düşmüş, doğuşunda ardı kesilmiş olurdu. Örneğin uyku haline girme diye bir şey olsa, ancak uykudan yeniden uyanma biçimindeki dengeleyici bir süreç olmasaydı şeylerin nihai halleri Endymionla ilgili öyküyü anlamsız kılardı. Benzer bir biçimde yaşamdan pay alan her şey ölecek olsaydı, ve onlar öldükleri zaman, ölüm halinde kalacak ve yeniden yaşama dönmeyecek olsaydılar, her şeyin son çözümlemede ölü olması ve hiçbir şeyin yaşamaması kaçınılmaz olurdu.
5-“Bilmek, hatırlamaktır. Öğrenmek, zaten bizim olan bilgiyi yeniden elde etmektir. Bunlar, kendinde ve kendi başına var olan şeylerle ilgilidir.” (RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ-FELSEFE-İDEALAR)
“Öyleyse, ölülerin, yaşayanlardan doğduğu gibi yaşayanların da ölülerden doğduğu noktasında beraberiz. İşte bu, ölü ruhlarının ister istemez bir yerde bulunduklarını, oradan da yeniden hayata döndüklerini kabul etmemiz için yeter bir delildir. Bir aşığın, bir liri, ya da bir elbiseyi, ya da sevgilisi tarafından sık kullanılan bir başka nesneyi gördüğü zaman neler hissettiğini bilirsiniz. O liri tanır ve aynı zamanda onun zihninde lirin sahibi olan kişinin sureti canlanır; işte bu anımsamanın ta kendisidir. Anımsama, üzerinden uzunca bir zaman geçtiği ve kendisini düşünmediğimiz için, unuttuğumuz şeylerle ilişki içerisinde ortaya çıkar. Bir şeyin anımsanmasına, ya o şeye benzer olan bir şeyin ya da o şeye benzer olmayan bir şey neden olur.”
Bütün şeylerin özü, yani ne iseler o oldukları hakkında konuşuyordu. “Eşitlik diye bir şeyin var olduğunu öne süreriz. Var olduğunu öne sürdüğümüz bu eşitlik, bir sopanın başka bir sopaya ya da bir taşın başka bir taşa olan eşitliği değil de, bütün bu örneklerin ötesinde farklı bir şey, eşitliğin bizzat kendisidir. Eşitliğin kendisi, eşit olan şeylerden farklı, onların ötesinde bir şeydir ya da eşit olan şeyler eşitin kendisi değildir. Öyleyse bu eşit olanın kendisinin bilgisini daha önceden kazanmış olmamamız gerekmez mi? Yine aynı şekilde, İyinin kendisini, Adilin kendisini düşünelim. Şu halde bütün bu şeylerin bilgisine, doğmazdan önce, sahip olmamız gerekir. Şu halde, ruhlarımız daha önce, insan şekline girmezden önce, bedenlerden ayrı olarak var oldu, ve bilgeliğe sahip oldu. Kendilerini ağzımızdan hiç düşürmediğimiz bu nesneler, bir Güzel bir İyi ve bu türden olan tüm gerçeklikler var oluyor ve duyu algılarımızın içeriklerini ona göre sınıflıyor, bununla da daha önce bize ait olanı anımsıyoruz. Ağzımızdan düşürmediğimiz bütün bu şeyler, güzel, iyi ve aynı cinsten bütün başka özler gerçekten varsalar, duyumlarımız önce kendimizde bulduğumuz bu ilksel bilgilerden geliyorsa ve onları bu bilgilerle kıyaslıyorsak, biz dünyaya gelmeden önce, bu özler var olduğu gibi, ruhumuzun da var olması gerekiyor.”
Yazan: Mustafa Karagöz
Kaynakça: “Phaidon” Platon