Can sıkıntısından bahsetmek daima mutluluktan bahsetmekten daha kolaydır. Her birimiz tarafından kendi ölçümüzdeki deneyimlerimizce, kavramlarla yakınlık kurmak mümkün olur. Tıpkı bu şekilde, iletişimsizlikten bahsetmek de iletişimden konuşmaya kıyasla çok daha mümkün ve kolaydır. Belki de bu nedenle, onlarca yıldır geliştirilmiş olan ve aktarılagelen bilindik iletişim tariflerinin insanlarla diyaloğumuza hatırı sayılır etkileri olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bugün hala özgür bireyler olarak, içinde bulunduğumuz koşullardan bağımsız bir şekilde, kendimizi ifade etmenin yollarını keşfetme ve ardından bunu etkinlik ve sürekli hale getirme konusu gündeme gelir. Ancak o anda, kendimizi, bunun ne kadar imkânsız olduğunu ifade etmek için zorlukları sayarken buluruz. Evet, bu bize öğretilmedi. Seviyesi ve niteliği ne olursa olsun aldığımız eğitimler, bize iletişim çatışmaları söz konusu olduğunda nasıl davranmak gerektiğini aktarmıyor. Birisi bizi incitecek şeyler söylediğinde, ya aynı şekilde karşılık veriyoruz – çünkü kendimizi savunmamış ve zayıf görünmüş olmaktan son derece çekiniriz – ya da sessiz kalıp acı çekiyoruz. Zihnimizde az önce çoktan bitmiş diyaloğu saatlerce sürdürüp, küçük de olsa teselli edinmenin yollarını arıyoruz. Bu yükü, sırtımızda büyük ve yeni olası etkinliklerimizi sınırlayan kamburlar haline getiriyoruz. Taşıdıkça ağırlaşıyor ve böylece çözülememiş o çatışma, artık iç bir çatışma haline geliyor. Yeniden ya zayıflığımızı kabul ediyor ya da artık buna bir dur deyip kavgacı kişiler haline geliyoruz. Çatışma, bunun için bir şeyler yapmadıkça içimizde yaşamaya ve bizi sınırlandırmaya devam ediyor.
Sosyal açıdan iletişimi tanımlamak mümkünken, biz pek sık olarak yapılmayan şekilde, iletişime felsefi açıdan yaklaşacağız. Çünkü unutmamak gerekir ki, uygun psikolojik hal ortaya çıkmadıkça bilginin uygulanmasında yetersiz kalınır.
Özellikle çatışmaları yönetmek açısından, Doğu’nun binlerce yıllık bilgeliğinden faydalanabiliriz. Onlar, doğayı gözlemlediler ve doğayı yöneten yasaları araştırdılar. Bir analojinin sonucu olarak aynı ilkelerin neredeyse tüm alanlarda etkili olduğunun farkına vardılar ve bunu savaş sanatlarından tıbba, iç mekanlarını düzenlemekten botaniğe kadar pek çok alanda kullandılar. Bugün, uluslar arası şirketlerin stratejilerinden, güçlü ülke ordularının eğitimine kadar pek çok alanda Doğu’nun klasik eserleri ve yöntemleri kullanılmaktadır. Biz de bu doğrultuda, iletişimde yeni bakış açıları kazandırması ve erdemler ile felsefi olana bir yakınlık kazandırması açısından Taoizm’in, Zen Budizm’in ve Hinduizm’in bazı ilkelerinden faydalanacağız. Çok önemli bir bilgelik kitabı olan I Ching’ten, esrarengiz komutan Sun Tzu’nun Savaş Sanatı adlı eserinden, Lao Tze’nin Tao Te Ching’inden ve başka pek çok klasik eserden alıntılar yapacağız.
Bu doğrultuda en temel kavram Tao’dur. Doğanın tüm planlarına hâkim olan ikililik (dualite) ilkesinden bahseder. Yin, geceyi, karanlığı, edilgenliği ve dişil ilkeyi temsil ederken, Yang ise gündüzü, aydınlığı, etkinliği ve eril olanı ifade eder. Fakat daha önemlisi tıpkı doğada olduğu gibi burada da bu iki kavram sonsuz oyunlarıyla daima birbirlerine dönüşürler. Gece, en karanlık olduğu andan itibaren gündüzü doğurmaya ve ona dönüşmeye başlar. Gündüz ise, en aydınlık olduğu andan itibaren zamanla geceyi doğurur ve ona dönüşür. Zıtlıklar ya da görünen plandaki bu ikililik, bu karşıt uçları aşan ve onları kapsayan teklik ya da birlik durumuna engel değildir. İşte bu birliğe Tao ya da “Yol” denir. O, karşıtların aksine bir denge ve süreklilik durumudur. Doğanın devinimi daima bu dengeyi tahsis etme çabası üzerine kuruludur, zaten devinim de bu sebeple “zıtların oyunu”ndan ortaya çıkar. İnsanın ve iletişimin doğasına da işte bu iki ilke hâkimdir. Aşırı bir şey sunarsak daima karşıtımızı yaratırız. Örneğin, genel olarak söylemek mümkünse, dağınık bir annenin çocuğu genellikle titizdir denebilir ya da titiz bir annenin çocuğu dağınıktır. Doğa, eksikliklere tahammül eder ve onları düzeltir. Fakat sadece ölçülü olanlar kendi benzerlerini yaratabilir ya da gerçek anlamda eylemsel, sürekli ve etkin olabilirler. Benzer bir şekilde bir iletişim çatışması, bir denge yitimidir ve o esnada kişiler karşıt uçlara dönüşürler. Bu çatışma denge yeniden kurulana dek sürer. O halde bu anda, tilmizler halinde krallar tarafından bir bilgelik kitabı olarak kullanılan I Ching’e kulak vermek gerekir:“Çatışmada içtenlik vardır.” Aynı tilmizi yorumlarken Cheng Yi ise şu ifadeyi kullanır: “Çatışma gereklilikten doğar.” Çünkü dişimin ağrıması eğer bu ağrıya kulak verirsem dişimi kurtarmak için bir fırsatla birlikte gelir. Çünkü daha geride bir sağlıksızlığı ifade eden sebebin etkisiyle türemiş sonuçtur bu diş ağrısı.
Sebepler, beni sonuçlardan daha fazla heyecanlandırıyor
Napolyon
Çoğunlukla çatışmanın doğası nedir ve neden ortaya çıkar gibi soruların yanıtlarını unutuyoruz ve bu halde sorunun çözümü neredeyse tesadüflere veya zamana bırakılmış oluyor. Oysa zaman sadece sorunların gündemimizden çıkmasını sağlar. Eğer biz, çatışmanın doğasını bilebilseydik, kaçınabilir ve çatışmayı gereksiz hale getirebilirdik. Eğer, çatışmanın bir tazmin arayışı olduğunu hatırlayabilseydik, karşıt uçlar olmayı sürdürmeye bir son verirdik. Eğer, doğalarımız gereği aradığımız dengenin nasıl bir şey olduğunu ayırt edebilseydik, kendimize hükmedebilirdik.
Bir diğer kavram, karşıt uçlara dönüşmenin tehlikelerini ifade etmesi açısından Karma’dır. Karma, Newton’un fiziksel planda geçerli olduğunu ortaya koyduğu etki-tepki yasasının fiziksel olmayan planlarda da geçerli olduğu düşüncesi üzerine kurulu binlerce yıl eskiliğe sahip bir kavramdır. Fiziksel planda bir yüzeye uygulanan kuvvet, aynı şiddette ve ters yönde ikinci bir kuvvet doğurur. Çiçeğe uygun ölçüde su verdiğimizde yaşar ve gelişir. Bu, çiçeğin yasasıdır. Fakat gerekli ölçüde su verilmediğinde ise ölür fakat bunun yasa olmadığını söylemek uygun değildir. O da yasadır fakat yasanın, aşırılığı tazmin etmek için eylem haline ya da fizik plandaki görünene uyarlarsak kuvvete dönüşmüş halidir. Bu sebeple karmaya eylem yasası da denir. Karmayı tarif edebilmek için tartışan iki kişiyi düşünmek faydalı olabilir. Kişilerden biri, diğerini incitecek bir şey söyler ve diğeri de aynıyla karşılık verir. İlk kişi sesini yükseltir ve ikincisi buna karşı kötü bir söz kullanır. İlk kişi kötü söze karşı saldırır ve bu etki tepki dizilimi kötü bir noktaya varır. Kişilerin durumu bahsettiğimiz fiziksel kuvvetin uygulandığı yüzeyden farksızdır. Adeta bir duvar gibi kendilerine ne gelirse onu şiddetini arttırarak geriye yansıtırlar fakat burada kişisel özgürlükten bahsetmek olanaksızdır. Bir duvar gibi başka bir reaksiyon şansı olmaksızın hareket ediyor gibidirler. Davranışlarını belirleyen öz benlikleri değil, aldıkları etkidir. İnisiyatif ve özgürlük yoktur. Üstelik bu karşıt tepkiler gerilimi tırmandırır ve çözümü olanaksızlaştırır. Oysa insanın özgürlüğünü aramak ve çaba göstermek gibi ahlaki bir sorumluluğu vardır. İlk duyulan tepkiden yola çıkmak zarardan başka bir şey getirmez. Eğer biri bizi yaralamışsa, karşılık olarak bizim de o kişiyi yaralamamız sorunu gidermez. Bu durumda olan bitene özgü durumsal bir konum almış oluruz ve bunun bizi ifade etme yeteneği olduğunu söylemek çocukça olacaktır. Bu noktada, gerçekten bizi ifade edebilecek davranış şekli neyse onu gerçekleştirmek akılcı ve yapıcı olanı seçenektir. Bunu yapmanın, söylemekten daha zor olduğunu düşünebiliriz. Fakat bu gerçekleşmediğinde ortaya çıkan şeyin kimse için huzur getirmeyeceği de açıktır. C.Nehru’nun deyişiyle “Bizden alınması mümkün olmayan tek şey, cesur ve onurlu davranmaktır.”. Özgürlük, davranışlarımızı belirleme kapasitesidir. Değiştiremediğimiz koşullardan doğan gerekçelerin davranışlarımızı belirlemiş olması ise asla beni ifade eder nitelikte değildir. Örneğin eğitimsel açıdan bir örnek verirsek, aralarında kavga eden iki çocuğu dinlediğinizde size kavgayı önce kimin başlattığını, kimin kabahatli olduğunu sayıp dökmeye başlarlar. Eğer ebeveyn, dinlediklerine dayanarak aralarında bir yargıya varıp haklıyı, haksızı ayırırsa çocuklar açısından yanlış bir öğrenme gerçekleşir. Oysa yapılması gereken gerekçelere aldırış etmeden, ikisinin davranışının da ne olursa olsun doğru olmadığını ifade etmektir. Böylece çocuklar gerekçeye değil, davranışa önem vermeyi öğrenecekler ve özgür bireyler olabileceklerdir.
Başkalarını bilen, zekidir. Kendini bilen, aydınlanmıştır.
Başkalarını alt eden, cüsselidir. Kendini alt eden, güçlüdür.
Lao Tze, Tao Te Ching
Karşıt uçlara dönüşmenin tehlikelerinden bahsetmek için Karma kavramını kullandık. O halde şimdi de nasıl karşıt uçlara dönüşmekten kurtuluruz, ondan bahsedelim. Bunun için ise yine doğuya ait ve Budizm içinde bir ekol olan Zen’den faydalanacağız.
Zen, bağımlılıktan özgürlüğe giden yol olarak tanımlanır. Zen’in özü de insanı bu bağımlılıktan özgürlüğe taşıyan aydınlanmadadır. Bu ise insanın potansiyellerini ortaya çıkarmasına bağlıdır. Potansiyel ortaya çıkmadığında da söz konusu olan şey insanı bir kötürüme dönüştüren ve olayları yorumlayabilmesine imkân vermeyen yetersizliktir. Bugün potansiyellerinin uzağında insanı değerlendiren “psikanalitik” açısından, insan, -psikanalizin babası sayılan Freud tarafından da belirtildiği gibi- bencil bir varlıktır. Dahası doğanın içinde bir tür olarak uyumsuz ve patolojiktir, yani doğuştan hastadır. Bu görüşe katılmamamız için tüm klasik öğretilerde olduğu gibi Zen görüşünde de çokça sebep bulunur.
Zen, insanın otomatikleşmesinden, kendine ve doğaya yabancılaşmasından, bolluk içinde yaşadığı yoksunluktan çıkmak için kullanılır. Öğretiye özgü deyişle, sorun kapının menteşesinin nasıl takıldığı ile ilgilidir. Kapı dışarıya da açılabilir; içeriye de.
Uyanmış kişi, dünyaya karşı duygulu ve açık olur. Kendini boş ve alıcı hale getirir. Doğayla yapıcı ve yaratıcı olarak bağlantı kurar. Zihnini, gerçeği görmesini engelleyen türlü şekillerdeki duygusallıktan arındırır. Bu doğrultuda Zen’i tarif etmesi istenen bir Zen ustası şöyle söyler: “Acıkınca yiyorum, yorulunca uyuyorum.” Çünkü kafa karışıklılığı ve duygusallıkla insan sadece hareketsizleşir; oysa açıklık eyleme sürükler. Üstelik bir varlık olarak bulunmanın net yalınlığı içinde eyleme gerçekten katılma ve gerçekten eylemde bulunma ilkesi ile.
Bunun ortaya çıkması için reçete oldukça basit: “Doymazlığı yenmek”. Buda’nın deyimiyle kuyularımız su doluyken bile susuz kalmaktan korkarak geçirilen yaşamların ortaya çıkmasına sebep olan açgözlülüğü yenmek. Çünkü diyor Buda, “Gerçek susuzluk budur.”. Öyle bir susuzluk ki, evrende bu susuzluğu doyuracak su yok. Bu halde gerçek çarpıtılır çünkü dünyaya sahip olmak, kazanmak, biriktirmek için geldiğimiz düşünülür. Kazanmak ve yararlanmak gibi ticari bir anlayışla… Ne diğer insanlarla ne de dünyayla temas etmek, ona dokunmak, yapıcı ya da yaratıcı bir kimlikle bulunmak imkânsız hale gelir. Asla saklamaktan ve biriktirmekten, kazanmak için deforme etmekten vazgeçmeyiz. Karşımızdaki nesneleri gerçek halleriyle değil de tutkularımız, korkularımız ya da beklentilerimizle bozulmuş olarak görürüz. Gerçek şekliyle değil ama olmasını ya da olmamasını istediğimiz biçimiyle…
Bu doymazlığı insanı, baskı altına alırken, doğru düşünme şekillerini yitirir. Dünyayı sahte bir bilinçle tanır, gerçeğin yerine yanılsamalarını, varsayımlarını, beklentilerini koyar. İlişki kurduğu dünya değil, kurgularıdır.
Jorge Angel Livraga, “Atlantis’in Son Prensi Ankor” adlı eserinde bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnek verir:
“Güneşsel kürenin ufukta nasıl alçaldığına bak. Tüm arzunla onun durmasını iste, dediğimi yap, bana ne hissettiğini söyle…
Ankor birkaç dakika boyunca dediğini yaptı.
– Ne kadar da hızlı batıyor. Durmasını ne kadar istersem hareketi o kadar hızlanıyor gibi geliyor.
– Şimdi tersini dile. Ümitsizce batmasını iste…
– Şimdi ise hareketsiz gibi görünüyor…
– Sevgili Ankor! Görüyorsun ya, arzuların seni acıya ve aldatmacaya itiyor. Sen yaklaşmalarını istersen nesneler uzaklaşarak belirsizleşir, itici olanlar ise yaklaşır. Eğer dinginliğin kucağında hareketsiz durmayı başarabilirsen onları doğru boyutlarında görürsün. Böylece haz ve acı, sağlam ve kusursuz dengeni bozamaz.”
İnsan, bu örnekte açıklandığı üzere, zaman gibi sabit bir değeri bile beklentileri ve tutkuları doğrultusunda deforme edebilir ki, günlük yaşam içinde, zamanın sabit akışına kıyasla çok daha göreceli ve değişken binlerce değer ve olay yaşıyoruz. İnsan dünyayı ve etrafındaki kişileri sahip olabileceği şeyler olarak görmekten vazgeçerse, onları gerçek şekilleriyle de tanıyabilir ve onlarla gerçek anlamda temas edebilir. Vivekananda’nın * bu konuyla ilgili olarak verdiği bir örnekle, zihin bir göle benzetilebilir. İnsan, zihnini dışarıdan bu gölü izleyen bir gözlemci gibi izleyebilirse, gölün yüzeyindeki titreşimlerle dalgalanmaz, suyun bulanıklaşmasıyla bulanmaz. Gölün dalgaları ve suyun bulanıklığının gerisindeki derinlerle temas edebilir.
Girdiği her savaşı kazanan, usta bir savaşçı değildir, en büyük zafer savaşmadan kazanılandır.
Yukarıdaki sözler, büyük strateji ustası ve gizemli bir savaşçı olan Sun Tzu’ya ait. Sun Tzu’ya göre amaç sağlık, barış ve mutluluk ise, savaşı da, hastalığı da, çatışmayı da henüz ortaya çıkmadan yenmelidir. Gerçek sağlık ve barış, gerçek zafer budur. Çünkü bir kez ortaya cenk çıktı mı, bu artık kimse için tam bir zafer olamaz. Bu doğrultuda Sun Tzu, aşağıdaki meseli aktarıyor:
Bir efendi, hekimler ailesinden bir iyileştiriciye, kardeşler arasında bu sanatta hangisinin daha hünerli olduğunu sorar ve tıp konusunda Çin’de çok ünlenmiş olan bu hekim ona şu cevabı verir: “En büyük ağabeyim, hastalık henüz ortaya çıkmadan onu uzaklaştırır; bu sebeple ünü evimizin dışına çıkmamıştır. Ortanca ağabeyim, hastalığı başlangıcında iyileştirir ve bu nedenle de ünü semtimizin dışına çıkmamıştır. Ben ise ilaç yazar, masaj yapar, damarları delerim. Bu nedenle adım siz efendilerin kulağına kadar gider.”
Çatışmanın doğası ile ilgili olarak yukarıda belirttiklerimizden sonra bu noktada birkaç şey eklemek yerinde olacaktır: Eğer, çatışmanın doğası anlaşılabilirse, gereksiz kılınabilir. Fakat çatışma ortaya çıktıysa amacın her zaman doğal ve sağlıklı bir uzlaşım olduğunu unutmamak gerekir. Savaş ise işte bu doğal uzlaşım için gerekirse ve başka bir seçenek yoksa verilir. Fakat hiçbir zaman, Sun Tzu’nun deyimiyle, amaç ne zafer ne de ün olmalıdır. Çünkü zaten en büyük zafer, hastalık daha ortaya çıkmadan onu yenen ve buna rağmen, aslına bakarsak doğal olarak, pek tanınmayan doktorundur. Amaç galip gelmek olursa, bu galip gelmek için ordularını savaşlara sürükleyen komutanlara, iyileşmeyi tatmak için hastalanan kişilere benzememiz demek olacaktır ve bu bizi güvensiz ve kavgacı kılar. Daha önce belirttiğimiz gibi çatışma dış bir konu iken artık güvensizlikle beslenen ve sahip olmaya odaklı iç bir çatışma haline gelir. Bizi zorbalara dönüştürür. Unutmamak gerekir ki, amaç haklı olmak değildir, mutlu olmaktır. Bu da mutlu olmak için susmayı değil ama doğru olan bu olduğu için yapıcı olmayı ifade eder. Çünkü bazen küçük muharebeleri kazanmak için öylesine önemli köprüler yıkılıyor, ordular yoruluyor ki, büyük savaşları çoktan kaybetmiş oluyoruz. Oysa “savaşması gerekirse kişi, tutkudan, nefretten uzak, daima onuruyla savaşır ve asla zaferi kutlamaz”.
Bir iletişim çatışması sırasında insanlara bu anlamda hadlerini bildirmeye çalışmak ve zafer aramak çatışmayı daha da derinleştirir. Bu tür tepkiler karşıtlık yaratır ve gerilimi tırmandırır. Kılıçlar çekilir, eleştiriler yapılır fakat bu karşılıklı olarak direnci daha da arttırır. Karşımızdakinin direnci artmış ve olumsuz duygularla dolmuş ise, doğruların söylenmesi kimsenin umurunda değildir. Çünkü bu gibi durumlarda çözüm değil, fakat genellikle sempati ararız. Bu sebeple karşımızdaki kişinin duygularına dikkat etmeli ve söylev çekmeden ona değil onunla konuşmalıyız. Amaç bu gibi durumlarda katarsistir, yani boşalma. Bu noktada birisinin kişiyi dinlemesi ve yaklaşım göstermesi bu katarsisi sağlayacaktır ve artık kişi düzeltici önlemlere hazırdır denebilir ama bundan önce değil.
Böyle bir durumda inisiyatif koyduk ve karşıt uçlara dönüşmedik. Kişinin enerjisini onu yaralamadan ve yaralanmadan aktarmasına izin verdik. Onurumuzu kaybetmedik ve kimseyi aşağılamadık. Kendine ilişkin bir sorumluluk duygusuna sahip kişi bu anlamda yapıcı olmalı ve özveride bulunmalıdır. Çünkü özveride bulunduğunda kişi, hem kendinin hem de diğer kişinin onurunu korumuş olacaktır. Bu durumu yine benzer ilkelerin savaş sanatlarına uyarlanması ile de karşılaştırabiliriz. Sokakta yürürken birisi bize saldırırsa genellikle iki türlü davranışta bulunuruz; ya kaçarız ya da dövüşürüz. Ama bu kavgada olmayı biz seçmemiştik, onurumuzu koruyarak yine de bu kavgaya girmememizin, karşıt uçlara dönüşmememizin bir yolu var mıdır? Birisi bize saldırmaya çalışırken istemediğimiz bir kavganın içine girmemek mümkün mü? Elbette, mümkün. Kaç ya da dövüş! İçimizdeki bu iki eğilimi de yenmeliyiz. Uzakdoğu savunma sanatlarının pek çoğu karşıdaki kişinin enerjisini kullanmak üzerine kuruludur. “Kuvvetlere karşı koymayın, onları kullanın” denilir. Güçlü felsefi temele sahip bazı savaş sanatlarında sadece savunma disiplininden bahsedilir. Örneğin Aikido ustası ne dövüşür ne de kaçar. Gerekirse tutkudan uzak şekilde dengesini korumak için mücadele eder. “Düşmanı yok eden, kuvvetle yenmiş olur. Bu Tao usülü yenmek değildir” der Sun Tzu.
“Tartışma bilgi değiş tokuşudur; münakaşa duygu değiş tokuşudur”. Her tartışmanın temelinde bir kişinin cahilliği yatar ve tartışma sürüyorsa iki cahil var demektir. Ya aynıyla yanıt vermek ya da sessizce acı çekmek gibi bir zorunluluğumuz yoktur. Yukarıda, tüm çatışmaların sebebinin o çatışmanın gerisinde yatan başka bir takım olaylar olduğunu ve yine duygusal dengenin bozulmasının bir sonucu olduğunu söyledik. O halde düzeltici önlemler almaya uygun hale gelene dek kişinin saldırısını ustaca savuşturmak, çatışmanın sebebini kavramak ve yaklaşım göstermek yapıcı olan tavırdır. Çünkü insanları fikir yürüterek girmedikleri bir yerden fikir yürüterek çıkartamayız. Kişinin duygularına dikkat etmeliyiz. Bu noktada davranışımızı seçmeli ve kontrolsüzlüğü paylaşarak ruhumuzu tehlikeye atmamalıyız. Kişiyi dinlemek ve kişinin kendisinin birisi tarafından dinlenildiğinin ve önem verildiğinin farkına varması çok önemlidir. Bu o kişinin ihtiyaç duyduğu katarsisi gerçekleştirmesine çoğu zaman tek başına yetecektir. Bu sebeple, bir kişi bu anlamda kendi sıkıntısını dile getirirken örneğin yapmakta olduğumuz bir iş varsa ona ara vermek gerekir. Dik oturmak, öne doğru eğilmek, yukarı doğru kalkmış kaşlar ve omuzlar ve söylediklerini dikkate alan tarzda başın yukarı aşağı doğru hareketi dikkatin tamamen ona yönlendirildiğini en iyi ifade edebilecek fiziksel pozisyonu oluşturur. Çünkü başlangıçta öfkeli olan kişi, bu sayede sakinleşecek ve sizinle konuşmaya başlayacaktır. Öfke, çoğu zaman insanların ilgi çekmek için kullandıkları bir yöntemdir. Dikkate almak gerekir fakat bu öfkenin onaylanması anlamına gelmez. Çünkü kişi öfkeliyken bu yaptığının yanlış olduğunu söylemek, kişiyi daha da öfkelendirecek tutumlardır. Söylediklerini onun nasıl hissettiğini anlatan ifadelerle karşıladığımızda kişi ani şekilde sakinleşecektir. “Anlıyorum, kendini yalnız hissediyorsun.” ya da “Kendini ifade edemediğini düşünüyorsun.”.
Bir tartışma içindeysek kendi konumumuza sıkı sıkıya sarılıyoruz. Genellikle farklı düşünceler, anlaşmazlıklar haline geliyor ve fikir birliği içinde değilsek düşmanlara dönüşüyoruz. Farklı düşünüyorsak, bu doğrudan yanlış demek değildir. Şimdilik sadece farklıdır. Kendi düşüncemize sıkı sıkıya sarılıyor, bunu mutlaka kazanmamız gereken bir münakaşa olarak görüyor ve karşımızdaki kişiyi de düşman haline getiriyoruz. Bu noktadan itibaren hem kişileri hem de kelimeleri yitiriyoruz. Çünkü bu münakaşanın, bu hazırlılıkla bir dengeye oturması mümkün değildir. Seviyeli bir diyalogun göstergesi, insanların düşmanlar haline dönüşmeden de birbirine karşıt fikirleri savunabilmesidir.
Gelelim bir takım iletişim çatışmalarının az önceki örneklerle nasıl çözümlenebileceğini tarif etmeye:
Bunun için rahatsız edici ve belki de kötü niyetli esprileri nasıl yanıtlayabileceğimizden başlayalım:
Sun Tzu, Savaş Sanatı adlı eserinde bir noktada boşluk – dolululuk prensibinden bahseder: Önce Cheng Yi’nin konuyla ilgili hikayesini paylaşalım.“Han Hanedanı generallerinden biri baş kaldırıp Hunlara katılmış. İmparatorun gönderdiği on casus da düşmanın zayıf olduğunu söylemişler. İmparator daha sonra Lou Sing’i göndermiş ve o da Hunlara saldırmanın doğru olmayacağını, çünkü sadece yaşlı ve zavallıları gördüğünü ve güçlü olup zayıfmış gibi davrandıklarını söylemiş. İmparator, kızmış ve kendisini engellemeye çalıştığı düşüncesiyle Lou Sing’i cezalandırmış. Ordunun başına geçmiş ve yola çıkmışlar. Hunlar ise çevrelerini kuşatıp onları erzaksız bırakmış.“ Bu örnekte de görüldüğü gibi insanlar her zaman kazanma ihtimaline gelirler ve kaybetme ihtimaline karşı bir önlem olarak da uzaklaşırlar, sakınırlar. Bize bir tokat atmaya çalışıyorsa kişi, bunun bir kişiliğe çarpmadığını gördüğünde şaşıracak ve kendi enerjisi ile baş başa kalacaktır. Oysa sizi bu rahatsız edici esprilerle kışkırttığını ve sinirlendirdiğini gördüğünde ise bu kez acımasızca saldırmaya devam edecektir. Bu gibi saldırılara espri ile karşılık verebilmek, kişiye bu alanda kazanabileceği bir muharebe olmadığını gösterir ve saldırmaktan vazgeçmesine sebep olacaktır. Örneğin, “sen yine kilo mu aldın?” şeklinde kişisel alana giren ve bir ölçüde eleştiri ve saldırı içeren sorulara “Evet. Ben rejim yapınca böyle oluyorum” şeklinde esprili bir cevap sizi saldırıların hedefi olmaktan kurtaracaktır. Oysa sinirleniyor ve ani şekilde kaygılanıyorsanız kişilere zafer vaat ediyorsunuz demektir. Üstelik sonrasında şu cevabı almanız kesindir: “Hiç şakadan anlamıyorsun.”
Kendine saygı duyan emniyettedir, delinmeyecek bir zırh kuşanmıştır.
Sun Tzu
Benzer bir şekilde, yanıtlamak istemediğiniz kişisel sorulara karşı ya da ısrarla öneriye karşı çıkan fakat kendisi bir öneri getirmeyen kişilerle iletişim kurmaya çalışırken aynı prensip geçerlidir: Kişiyi kendi enerjisiyle karşı karşıya bırakmak; yani soru sormak. Aşırı özel sorulara “Neden bunu soruyorsunuz?” ve uzlaşmasız tavırlara “Sizin öneriniz nedir?” vb. cevaplar verilebilir. Bu durumda kişi kendi konumu ile ilgili olarak ani bir farkındalık geliştirebilir. Vazgeçebilir ya da uyumlu hale gelebilir.
Yine aynı prensiplerle yaklaşılabilecek bir diğer konu da kendimizi savunmak zorunda kaldığımız anlardır. Genellikle herhangi bir konuyla suçlandığımız zamanlarda derhal savunmaya geçeriz. Böylece aniden karşıt uçlara dönüşürüz. Bu da sorunu sürdürmek ve derinleştirmek ve bazı zamanlarda suçlamaları kabul etmek demek olacaktır. Örneğin “Neden hep savunmadasın?” dendiğinde kişi, “Hayır, savunmada değilim.” diyorsa agreve olmuş ve söyleneni doğrulamıştır. Yine aynı prensiple soru ile karşılık vermek, bizi karşıt uçlara dönüşmekten korur: “Neden böyle düşünüyorsun?”. Bir bakıma böyle bir tavır, çözüme giden esas ve belki de yegâne tavırdır. Kişinin suçlaması derinde başka bir sebebi gizliyor olabilir. Siz, karşıt uçlara dönüşmediğinizde ve sorularla derine doğru ilerlediğinizde esas sebebi de keşfedebilirsiniz.
Sun Tzu uyarır: “Evine dönen orduyu durdurma, kuşatılmış orduya daima bir çıkış kapısı bırak, umutsuz durumdaki düşmanı sıkıştırma.” I Ching’de şöyle denir: “Eğer fazlasıyla hoşgörüsüzsen, haklı dahi olsan, eyleminin başarı şansı yoktur.” Çoğu zaman asıl hedefimizi gözden kaçırıp, bir şekilde hata bulma yarışının içine giriyoruz. Geçmişte yaşananların ışığında geleceğe daha emin adımlarla yürümek yerine, geçmişteki hatalar için bir takım kişileri utandırma ihtiyacı hissediyoruz. İşte bu da Tao’yu, yolu gözden kaçırmak anlamına gelir. Daha sonra da birlikte yürüyeceğimiz insanları hoşgörüsüz bir şekilde, hatalarını görüyor olmalarına rağmen eleştirip enkaza çeviriyoruz. Ya birlikte yürüyeceğiz, ya da yürüyemeyeceğiz. Yol unutuluyor ve bu sebeple asla başarı şansı yok. Evden çıkarken kimin musluğu açık unuttuğunu bir gerilim havası içinde araştırmaktansa, bundan sonrası için musluğun açık unutulmamasını garantileyen bir plan yapıp, diğer aile bireyleri ile paylaşabiliriz. Olan biten karşısında sızlanmak yerine böylece etkin bir şekilde sorunun karşısında durmuş oluruz.
İntikamcılığa tenezzül etmeyen, ruhunu koruyan ve yüksek amaçlar için özveride bulunan bir insanı tarif etmeye çalışırken, insanın değiştirebileceği şeylerle değiştiremeyeceği şeyler arasında ayrım yapmasının ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaya ihtiyaç var. Karşımızdaki kişiyi değiştirmek mümkün mü? Ya da bu iletişimsel zemini, durumu? Evet, belki zaman zaman bir cerrah gibi kesip atmak gerekebilir fakat bu tavır iyileştirici bir tavır değildir ve size benzer durumlar karşısında bağışıklık kazandırmaz. Yapılabilecek olan en iyi şey, insanın kendisini değiştirmesidir. Küçük yelkenimizle okyanusta kendimize bir yol çizmeye çalışırken, rüzgârı istediğimiz şekilde esmesi için zorlayamayız. Fakat rüzgârı nasıl kullanacağımız bizimle ilgili bir durumdur. Eğer bir yöne, bir yola sahipsek her şey çok daha kolaydır. Dış koşullar bizimle ilgili değildir fakat vereceğimiz tepki bizi ilgilendirir. Tüm bunların ışığında şunu söylemek gerekir: Verdiğimiz bir iki pratik örneğe onlarcası daha eklenebilir ama önemli olan ilkelerdir. Bahsettiğimiz karşıtlık, uyum, boşluk-doluluk, kuvvetleri kullanma gibi ilkeler ışığında günlük yaşamda karşılaşacağımız sorunların her birine uygun çözümlerle yaklaşabiliriz. Ama bunun yanı sıra şunu unutmamak gerekir ki, iyi bir savaşçı olmak, savaş sanatları ilkelerinin bilgisine bilgi düzeyinde sahip olmakla elde edilebilecek bir şey değildir. Bu bir yaşam tarzıdır. İnsanın yaşamına insandaki kalıcı olanın yansıması ile, görünmeyenin tezahürü ile mümkündür. Uygun bir psikolojik yapı bu bilgilere eşlik etmediği sürece başarılı olma şansı yoktur. Zamanın içinde her şey akıp giderken insanın bilincini yükseltmesine ve kimliğini yeniden hatırlamasına ihtiyaç vardır. Yazıyı bitirirken Lao Tze ile devam edelim:
Eskinin usta savaşçıları belli etmeseler de inceliklerinden,
Gizemli bir güçleri vardı,
Öyle derinlerdi ki bilinmezdiler.
KAYNAKLAR
- Savaş Sanatı – Sun Tzu – Anahtar Kitaplar
- Savaş Sanatında Ustalaşmak – Thomas Cleary – Anahtar Kitaplar
- Tao Te Ching – Lao Tze – Yol Yayınları
- I Ching – Biblos Yayınları
- Psikanaliz ve Zen Budizm – Erich Fromm – Yol Yayınları
- Tongue Fu – Sam Horn – Boyner Yayınları
- Atlantis’in Son Prensi Ankor – Jorge Angel Livraga – Yeni Yüksektepe Yayınları
- Zen Zihni Başlangıç Zihnidir – Shunryu Suzuki – Dharma Yayınları
- Altın Çiçeğin Gizi – Thomas Cleary – Anahtar Kitaplar
* Vivekananda (1863-1902) Hint Felsefesi’nin ve Yoga’nın en ünlü ve etkili önderlerinden ve Hinduizm ve Hindistan tarihindeki en önemli şahsiyetlerden biridir.
Yazar : Kemal Karadayı
Yazarın Kitapları: