Mantık, fizik ve matematikten sonra İbn Sînâ, ilahiyata (metafizik) yöneldi. Aristoteles’in Metafizik adlı kitabını defalarca okumuş, ancak anlayamamıştı. Öğle namazından çıktığı bir vakit, sahafları dolaşırken kendisine ısrarla satılmaya çalışılan bir kitabı almış; bu kitap, Ebu Nasr el-Farabî’nin Aristoteles Metafizik’inin amaçları üstüne bir eseri imiş. Kitabı okuduktan sonra Aristoteles Metafizik’inin anlamı kafasında bir anda açıklığa kavuşmuştu.
İbn Sînâ, dönemin Buhara hükümdarı Nuh İbni Mansur’u tedavi etmiş, bundan dolayı saray kütüphanesinden yararlanma hakkı kazanmıştı. Bu kitaplardaki değerli düşünceleri inceleyip özümsemiş, 18 yaşına geldiği zaman bu ilimlerin hepsini tamamlamıştı. Filozofun kendi deyişiyle, 18 yaşına kadar öğrendiklerinin haricinde yeni bir şeyler öğrenme ihtiyacı duymamış, hayatının bundan sonraki döneminde bu bilgileri tecrübeleriyle geliştirip olgunlaştırmıştı sadece.
İbn Sînâ, bir hekim olarak gösterdiği başarı ve ilmi konulardaki hakimiyetinden dolayı, hükümetin idari kademelerinde görev almıştı. Hamedan Emiri Şems ud-devle’yi ağır bir hastalıktan kurtarmış, bunun sonucunda vezirlik makamına getirilmişti. Ancak ordu içinde kendisine karşı ayaklanma baş göstermiş, üstat zindana atılmış, mal varlığına el konulmuştu. Vezirlik makamından uzaklaştırılan İbn Sînâ, bir süre sonra tekrar hastalanan Emiri iyileştirdiğinde yine vezir olmuştu.
O sıralar, Ebu Ubeyd el-Cüzcani, ustasından Aristoteles’in eserlerini tercüme etmesini rica etmişti. Öğrencisine şöyle bir cevap verdi: “Böyle büyük bir işe girişecek vaktim yok. Ama istersen, bana doğru geldikleri kadarıyla bu ilimleri, karşıtlarıyla polemiğe ve hesaplaşmaya girmeden, açıklayan bir kitap yazayım, bunu seve seve yaparım.”1 Böylece İbn Sînâ, daha sonra “Şifa” adını vereceği kitabın Fizik bölümünü yazmaya koyuldu. O günlerde, meşhur kitabı Kanun’un2 birinci cildini bitirmişti. Her gece evinde öğrenciler toplanıyor, Şifa ve Kanun’u okuyup tartışıyorlardı.
Şems ud-devle’nin ölümünden sonra üstat, yine vezirlik makamına getirilmek istendi ancak kabul etmedi. Hükümdarın ölümü üzerine İbn Sînâ İsfahan hükümdarı ile mahrem olarak yazıştı. Alâ ud-devle adını taşıyan bu zat ile yazışma tedbirsizliği hapse girmesine mal oldu. Bu sırada mistik (gizemci) hikâyelerinden ilki olan “Hayy ibni Yakzân”ı yazdı. Kaçmayı başararak İsfahan’a gitti.
İbn Sînâ, tek bir kitaba yada özgün metne bakmaksızın, daha çok hafızasından ve ezbere bütün temel sorunları kağıda dökerek eserlerini vücuda getiriyordu. İbn Sînâ, hayatı boyunca, 153 parçayı bulan eser kaleme almış; bu eserlerin bir kısmı ise kayıptır. Elbette ki en önemli eserleri, tıp ile ilgili zamanının bilgilerini ihtiva eden, 5 kitaptan oluşan zengin içerikli bir tıp ansiklopedisi olan “el-Kânûn fî’t-Tıbb” ile mantık, matematik, fizik, metafizik gibi konuları ihtiva eden 11 ciltlik muazzam bir felsefe ansiklopedisi, “Kitab el-Şifâ”dır.
Şifa, ilkin mantığa, ikinci olarak fiziğe, yani bütün doğa bilimlerine, psikolojiye ve kozmolojiye ve son olarak da metafiziğe ilişkin konuları kapsar. Bu son bölüm, kitabın özünü teşkil ettiği gibi en çok yer verilen bölümdür de. Ama Şifa’nın en mükemmel bölümlerinden birinin bilim diyebileceğimiz bir sahaya tahsis edildiği görülmektedir. İbn Sînâ’nın Aristo’ya benzer bir yönü vardır: filozof İbn Sînâ’yı, bilgin İbn Sînâ’dan ayırmak kesinlikle mümkün değildir.
Kânun ise XI.yüzyılın başlarında yürürlükte bulunan tıp bilgisinin ve görgüsünün bir sentezidir. Yani, başta Hipokrates ve Galen olmak üzere Yunanlılar tarafından atılmış temellerle Bizanslıların ve Arapların inşa ettikleri katların üzerine kurulmuştur. Kanun, 5-6 asır boyunca tıbbın ölçütü veya kutsal kitabı olarak kabul edilmişti. Orta çağda 400 yıl kadar Batı’da ders kitabı olarak okutulmuştu.
İbn Sînâ, İsfahan hükümdarının Hemedan’a yaptığı bir seferde onunla birlikte gitmiş, rahatsızlanmış, kendisini tedavi için çok uğraşmış, 57 yaşında ve gücü-kuvveti yerinde iken, 428/1037 yılında Hemedan yakınlarında vefat etmiştir. Mezarı Hemedan surlarının altında Kıble istikametindedir. Ama cenazesinin İsfahan’a taşındığı ve Kukanbad kapısında bir yere gömüldüğü de rivayet edilir.
İbn Sînâ Okulu ve Meşşâîlik:
İbn Sînâ, kendisine manevî noktada güvenilebilecek ve kişinin hem psikolojik, hem de fizikî olarak sağlam ellerde bulunduğu inancıyla kendini teslim edebileceği geleneksel bir doktor ve bir bilge şahsiyetiyle öne çıkmış olmanın yanında yüzyıllarca İslâm’da en büyük filozof-bilimci olarak yüceltilmiştir. En yakın öğrencileri arasında, İbn Sînâ’nın otobiyografisini kendisine dikte ettirdiği ve üstatının çok sayıda yarım kalmış eserini tamamlayan ömür boyu yoldaşı ‘Ebû Ubeyd el-Cüzcânî’; Kitâbu’l-Hucce’nin yanı sıra, felsefe konusunda oldukça önemli bir eser olan Kitâbu’t-Tahsîl’in de yazarı ‘Ebu’l-Hasan el-Behmenyâr’; Hayy İbn Yakzân üzerine bir yorum yazan ve Şifâ’yı özetleyen ‘İbn Zeyle’ ve öğrencilerinin en bilgilisi olup, el-Bîrûnî’nin İbn Sînâ’ya yönelttiği sorulara üstadından cevap verme izni isteyen ve ayrı cevherler üzerine Fî İsbâti’l-Müfârakât adlı bir risâlesi bulunan ‘Ebû Abdullah el-Ma’sûmî’yi sayabiliriz.3
Bu yakın öğrencilerinin dışında İbn Sînâ’nın etkisi sonraki yüzyıllarda da devam etmiş, öğretisi tümüyle veya kısmen, çeşitli okullarda okutulmuştur. Kendisinden sonra, özellikle İran’da Meşşâî niteliğe sahip, günümüze değin çeşitli okullar var olageldi. Öğretilerinin yayılmasında önemli katkıları olan Hâce Nâsıruddîn et-Tûsî, Debîran el-Kâtibî el-Kazvînî, Molla Sadrâ ve Mirza Sâlih Hâirî Mâzenderânî gibi filozoflar tarafından, hepsi de İbn Sînâ dü-şüncesinin izlerini taşıyan çok sayıda eserler verildi. Bu katkıları sayesindedir ki İbn Sînâ Okulu günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Batı’da da İbn Sînâ’nın etkisi, kendisinden çok daha büyük ölçüde hem savunulmuş, hem de eleştirilmiş olan İbn Rüşd’ünkinden daha az belirgin niteliğine karşın, uzun süreli ve kalıcı olmuştur. 12. yüzyılda, çoğu Toledo Okulu’nda4 olmak üzere, otobiyografisi, Şifâ’nın mantık ve fizik bölümleri ve tüm metafiziği gibi bazı eserleri Latince’ye çevrilmeğe başlanmıştır. Gerçekte İbn Sînâ’nın eserlerine duyulan ilgi ve çevirileri Orta çağlar boyunca sürmüş olup, İslâm’a ve Arapça’ya karşı belli bir tepkinin doğmuş olmasına rağmen Rönesans’a taşmıştır.
İbn Sînâ’nın öğretileri temelde Meşşâî geleneğe bağlı idi. Meşşâîlik, İslam düşünce tarihinin bel kemiğini oluşturan felsefe akımıdır. Asıl felsefi meselelerde İslam’ın esaslarına bağlı kalan, metod yönünden başta Aristo’yu takip eden ve Platon ile Yeni Platoncu felsefelere de bünyesinde yer veren bir ekol olarak karşımıza çıkar. Bilindiği gibi Aristo, Platon’un ölümünden sonra felsefe serüvenini hocasının okulu olan Akademia’da sürdürmemiş, Atina’nın kuzeyinde Lyceum adıyla başka bir felsefe okulu kurmuştur. Felsefe derslerini okulun bahçesindeki sütunlar çevresinde gezinerek anlatmasından esinlenerek Aristo’yu takip eden düşünürlere Meşşâiyyûn (yürüyenler); bu felsefe akımına da Meşşâîlik adı verilmiştir. Nitekim bu geleneğin temsilcilerinden biri olan Farabi de Meşşâîliği tanımlarken, ruhla birlikte bedenin de eğitilmesi amacıyla yürüyerek öğretim yapmalarından dolayı bu düşünürlerin Meşşâîler olarak adlandırıldıklarını ve onların Aristo ile Eflâtun felsefesini izlediklerini söyler.
Meşşâî filozoflar, tıpkı Aristo gibi mantığı, bilginin ölçütü olarak görmüşler ve felsefe anlayışlarının temeline yerleştirmişler, Aristo’ya dayanan bir bilim ve felsefe anlayışını sis-temleştirmişlerdir. Öte yandan onların felsefeleri, Yunan ve Helenistik dönemdeki Aristoculuğun İslam dünyasındaki birebir yansıması da değildir. Meşşâî filozoflar, bu felsefe ile İslamiyet’i uzlaştırma hususunda gayret göstermişler, zira felsefe tarihinde ilk defa peygamberliği bir felsefe problemi olarak rasyonel açıdan temellendirmeye çalıştıkları için de felsefeye yeni bir boyut kazandırmışlardır. Meşşâî filozoflar, din ile felsefeyi birbirinden ayrı olarak görmezler; hakikat tektir, hakikatin kaynağı olan Allah, Kur’an-ı Kerim’de ayrı, bilim ve felsefede ayrı bir hakikat koymuş değildir onlara göre.
Meşşâî geleneğe bağlı olmakla birlikte, İbn Sînâ’nın, diğer bazı Meşşâî filozoflarınkinden farklı, kendine özgü fikir ve yaklaşımları da bulunmaktadır. Bu farklılıklar, onun Meşşâî gelenek içindeki özgün konumunu belirlemektedir.
Sözgelimi İbn Sînâ, metafiziksel düşüncelerinde merkezi bir yer tutan varlık ve varlığa ait özelliklerin incelenmesi konusunda kendi sistemini oluşturmuştur. İbn Sînâ’nın varoluş incelemesi, ontolojisinin tamamını karakterize eden iki temel özelliğe dayanır. Bu özellikler bir yandan bir şeyin özü veya mahiyeti ve varoluşu, öte yandan onun gerekliliği, mümkün olması veya mümkün olmamasıyla ilgilidir.
Zihinde mahiyet, bir nesnenin mahiyetini şu veya bu biçimde onun var olması veya olmamasıyla ilgili olmaksızın düşünebilme anlamında varoluştan bağımsızdır. Buna göre, İbn Sînâ, her öze veya mahiyete gerçekliğini verdiğinden, varoluşun asıl olduğunu vurgular. Bu temel ayırımla yakından bağlantılı olarak, İbn Sînâ varlığı mümkün olmayan, mümkün ve gerekli bölümlerine ayırır. Daha sonraki Müslüman filozoflar ve Latin skolastiklerince de kabul edilen bu bölümleme, Aristocu bir formüle edişe dayalı olmayıp, bütünüyle İbn Sînâ’ya özgüdür. Mümkün olmayan varlık, aslında bir varlık kategorisi içinde değerlendirilemez. İbn Sînâ, varlığın soyut olarak zihinde tasavvur edilmesinin onun zihnin dışında gerçekten var olup olmadığı ile ilgili olmadığını söyler. Sözgelimi “kanatlı at” kavramını zihnimizin tasavvur etmesi, ressamın onun resmini çizmesi ya da heykeltıraşın onun heykelini yapması gerçekten de böyle bir varlığın bulunduğunu göstermez. Mümkün varlık ise bir süre varolup daha sonra ortadan kalkan varlık sınıfını ifade etmektedir. Buna göre, mümkün varlık, var olması ile var olmaması imkânı birbirine eşit olan, var olmaması mantıksal bir çelişki yaratmayan varlıkları ifade etmektedir. Gerekli varlık, bu bağlamda, var olmaması mantıksal bir çelişki doğuran varlığı ifade etmektedir. Çünkü gerekli varlık, diğer tüm varlıkların açıklanmasında kendisine dayanılan temel varlıktır. Bu kavram, ezeli ve ebedi varlığa sahip olan Tanrı’yı ifade etmektedir.
Bundan sonra İbn Sînâ (bazı Meşşâî filozoflardan farklı olarak), Allah’ın âlemi nasıl yaratmış olduğunu sûdûr teorisi denilen bir sistem aracılığıyla açıklar. Teori, “Bir’den ancak bir çıkar” şeklinde ifade edilen bir ilke bağlamında kurgulanmış gözükmektedir. Kozmik varlığı ve olayları bir bütün halinde Allah’a bağlamayı amaçlayan sûdûr kuramı kısaca şöyle ifade edilebilir: Allah, kendi özünü düşünür; bunun sonucunda ilk yaratma meydana gelir, ilk akıl sûdûr eder. İlk akıl’dan sonra başka ayrık akıllar sûdûr eder, bir başka deyişle sûdûr kuramında her akıldan bir başka akıl ve bir gök küresi ile onun nefsi çıkmaktadır. Bu ayrık akılları İbn Sînâ, melekler olarak ifade eder. İbn Sînâ’nın felsefesinde melekler, yaratılış eyleminde birer araç durumundadırlar; bunun yanında meleklerin ruhî gerçeklenme ve bilginin kazanılmasında kurtuluşa götürücü fonksiyonları da vardır. İnsanın yeryüzü hayatını çevreleyen değişim dünyası olan Ay-altı dünyada sûdûr eden sonuncu melek, bu dünyaya varoluş kazandırmakla birlikte, maddeyle birleşerek bu yörenin yaratıklarını meydana getiren tüm formları da ortaya çıkarır. İbn Sînâ’nın “Formlar verici” olarak da adlandırdığı bu melek, insan zihnini aydınlatıcı görevi de yapar, dolayısıyla yalnızca yaratılışın değil, aynı zamanda aydınlanmanın ve peygamberler ile daha sınırlı bir anlamda velilere, âriflere gelen vahyin de aracıdır.
İbn Sînâ Okulu’nun ve dolayısıyla İbn Sînâ’nın felsefesinin etkileri, gerek Doğu’da gerek Batı’da, günümüze değin sürmüştür. Felsefi düşünce İslâm dünyasının diğer her yerinde uyku döneminde iken, İran İbn Sînâ Okulu’nun üstatları Şiî İslâm’ı en üstün düzeydeki felsefi bilincine ulaştırmışlardı. İbn Sînâ’nın Doğu’da onu doğrudan doğruya izleyen mükemmel şakirdlerinin olmasının yanında, özellikle XVI.yüzyıldan itibaren gelişme göstermiş, Sühreverdîci5 karakterde bir İbn Sînâ Okulu da ortaya çıkmıştı.
Batı’da, Latin İbn Sînâ Okulunda ise, Doğu’da olduğu gibi kabul edilen melekler bilimi ve kozmolojisi eleştirilmiş, reddedilmişti. En fazla beğenilip kabul gören, felsefesinin akılcı yönüyle bilimsel ve tıbbî eserleri oldu. İbn Sînâ Okulu anlamını ve yapısını değiştiren köklü bir sapmaya uğradı. İbn Sînâ’nın doktrinlerinin yavaş yavaş ‘Augustinleştirilmesi’6, ortaya koyduğu ve Doğu’da öğretilerinin belki en kalıcı yönünü oluşturan kozmoloji ve kozmogonisinin yıkımı demek olmuştur.
İbn Sînâ’nın hem bilimsel, hem de felsefî görüşleri on ikinci yüzyıldan başlayarak Avrupa öğrenim merkezlerini etkilemeğe başlamış; Salerno ve Montpelier’de daha çok tıbbının etkisi öne çıkarken, Paris ve Oxford’da ise felsefesi etkili olmuştur.
İbn Sînâ her yönüyle Orta çağ düşüncesinin hemen her merkezinde etkisini göstermiş ve bütünüyle herhangi bir tanınmış okul tarafından kabul edilmemişse de, bütün okullarda ya bilimsel, ya da felsefî açıdan belli bir rol oynamıştır.
- Brentjes, Burchard; Brentjes, Sonja “İbni Sina (Avicenna)” İstanbul, Pencere Yayınları, 1997, sf.42
- el-Kânûn fî’t-Tıbb
- Nasr, Seyyid Hüseyin “Üç Müslüman Bilge” İstanbul, İnsan Yayınları, 2003, sf.63
- İspanya’nın Toledo şehrinde İslamiyet’in gelişinden sonra kurulan okul.
- Sühreverdî, İslam felsefesi tarihinde, İşrâkîlik adıyla bilinen ekolün kurucusudur. Platon felsefesini izleyen İşrâkîlik, Meşşâîlikten daha sonra kurulmuş bir felsefe akımıdır.
Kaynaklar:
Brentjes, Burchard; Brentjes, Sonja “İbni Sina (Avicenna)” İstanbul, Pencere Yayınları, 1997
Corbin, Henry “İslam Felsefesi Tarihi, Başlangıçtan İbn Rüşd’ün Ölümüne Kadar (1198)” İstanbul, İletişim Yayınevi, 2007
Çıkgel, Ferim “İbni Sina (930-1037)” Yeni Yüksektepe Dergisi, Sayı 2, sf.23-28
Nasr, Seyyid Hüseyin “Üç Müslüman Bilge” İstanbul, İnsan Yayınları, 2003
Sarton, George “İbn-Sina: Hekim, Bilgin ve Filozof (980 – 1037)” Çev: Remzi Demir, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı 13, sf.78-87 (1994)
Toktaş, Fatih “Meşşâî Felsefe” İstanbul, İnsan Yayınları, 2004
Yazar : Ergin Yılmaz
Aktiffelsefe Üyesi