İnsan doğuş itibarı ile ne kadim öğretilerde, ne de bu günkü çağdaş bilimin geldiği noktada boş bir tabla değildir. Çağdaş psikolojide mizaç denilen, ilahi dinlerde ise fıtrat olarak isimlendirilen bir yapı ile dünyaya gelir. Bu yapı ile dünyaya geliş ilahi bir yasanın tezahüründen başka bir şey değildir. Ancak burada konsantre olunması gereken nokta, insanın getirdiğinden ziyade, yaşamı içerisinde eylemleri ve bunların geri dönüşleri ile şekillenen ve sürekli doğru eylemle biçimlenen bilincinin, mizacını neye ne kadar dönüştürdüğü noktasıdır. Kendini tanıma olarak ifade edilen bir süreçle başlayan bu yol, sonsuza doğru uzanan bir patikadır. Sokrates’in Atina sokaklarında neredeyse herkese söyleyip anlatmaya çalıştığı ‘’Kendini bil’’ cümlesi, daha öncesinde birçok bilgenin dilinden dökülmüş ve tarihin süreklilik nehrinde akarak Delphi tapınağı girişinde yerini almıştır. Bu gün sadece yazılı tarihin beş bin yıllık kesitinden bile baktığımızda birçok öğretinin temelinde insanın kendini tanıması yatmaktadır.
Doğu öğretilerine göre Evren, dolayısıyla da dünya üzerinde ortaya çıkan her şey üç niteliğin kuşatması altındadır. Bu üç nitelik Rajas, Tamas ve Sattva olarak isimlendirilir ve algımız içerisinde olan veya olmayan her şeyin; gezegenlerin, yıldızların, insanların, hayvanların, bitkilerin ve minerallerin hamurunda maya olarak bulunur. Makro dünya olan evrenden mikro dünya olan insanın tüm bileşenlerinde bu üç nitelik vardır.
İnsan duygu, düşünce, enerji ve fiziksel dünyaların bir bileşimidir. Yaşam içerisinde ortaya çıkan fiziksel tüm görüntüler insan eylemlerinin bir sonucudur. İnsan eylemlerinin ardındaki neden insanın düşünce dünyası ve buna bağlı olarak arzuları, isteklerini kapsayan duygu dünyasıdır. Bu bileşke içerisinde tamas niteliği baskın kişiler yaşam içerisinde genelde durağanlık ve pasiflik modunda takılı kalırlar. Zihin dünyaları sürekli düşüncelerle meşgul olup bunu fiziksel plana yansıtamazlar. Neden sonuç ilişkilerini kuramayıp bütünsel bir algılamaya ulaşmakta güçlük yaşarlar. Sadece bir parçayı fark edebilmiş ve sürekli orada tüm enerjilerini harcamış olurlar. Sonuç olarak tembellik ve sönüklüğü fiziksel anlamda ilke edinirler. Düşünsel dünyada ise aldanışlar ve yanılsamalarla dolu bir yaşam sürerler.
Rajas niteliği baskın kimseler sürekli, olarak eylemlilik ve hareket gösterirler. Hatta o kadar ileri giderler ki zaman zaman mantığın muhakemesinden uzaklaşırlar ve sadece fiilin gerçekleşip gerçekleşmemesine odaklanırlar. Eylemlerinin temellerine kendi zevk alışlarını koyarlar. Sonuç olarak eylemlerin sonuçlarına bağlanırlar ve uzun vadede paylaşımdan uzak bencilliğe saplanırlar. Farklılık ve çeşitliliğe takılı kalırlar ve bütünü göremezler.
Sattva niteliği dinginlik, huzur ve sükûnettir. Bu nitelik baskın kimseler zihnini odaklamış ve dalgalanmalarını en aza indirmiş kimselerdir. Eylem kayıkları dalgalı sular yerine, dingin zihinde ilerler. Eylemlerin sonuçlarından ziyade kendine ve başkalarına yararlı oluşuyla ilgilenirler. Bu yararlı oluş pragmatik anlamda değil, evrensel bir etik yasasına bağlı hareket etme bilincinde olmayı ifade eder. Yaşamın her anında cesaret dolu ve kaygısız ve de zihnin, duyguların ve günlük hayatın bir takım dayatmalarından çok öte özgürce hareket ederler.
Kendini tanımak, bu yolda emek sarf etmek cesaret ve içsel bir çaba gerektirir. Yaşamın bir yerlerinde bir anında bu bizden istenir. Seneca’nın da dediği gibi sıkıntılar ve sorunlar ile yüz yüze kalmadan önce zihinsel olarak bu durumlara hazırlanmaya çalışmayı denemek gereklidir. Kişiliğin bileşenlerini tanımak, bu bileşenler içerisinde ki üç nitelik; Rajas, Tamas ve Sattva’nın bize etkilerini incelemek ve de her an kendi görev ve sorumluluklarımızı bir ödev bilinciyle keşfetmek, bizi sorunlarla ansızın yüz yüze kalmaktan korur. İki uç olan Rajas ve Tamas’ı dengeye almaya çalışmak ve Sattva bilincine erişmek, bunun için çaba sarf etmek, her an adım atıyor olmak insan yaşamına rüzgâra teslim oluştan daha çok mutluluk getirecektir.
Yazar : Mustafa Karagöz
Aktiffelsefe Üyesi